Merhaba. Kaliteli içerikler ve sansürsüz görüntüler paylaşıyorum 👌
Youtube Kanalım : youtube.com/sahinozkan
Instagram : instagram.com/sahinozkan
Reklam/İletişim İçin : @sahinozkan00
Kanal Davet Linkimiz : t.me/sahinozkan0
www.sahinozkan.com.tr
Last updated 2 weeks, 6 days ago
Tüm Dünyadaki ve Türkiye'deki Anlık Gelişmeler! 📝🌎
😎 Tüm sorular için: @buzzads
Last updated 2 weeks, 5 days ago
Türkiye Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı - President of Türkiye and AK Party Chairman
Last updated 1 month, 2 weeks ago
Onun faâliyetlerinin ana hedefi, Tanzîmat’la birlikte başlayan ve terakkî adı altında daha çok ahlâkî, dînî, millî ve kültürel sâhada gerçekleştirilmeye çalışılan dış mihraklı Batılılaşma hareketlerini durdurmak, kendi millî ve dînî hüviyetine sâdık kalmak ve bu yolda ilerlemekti.
Fakat saltanatına rastlayan yıllardaki kendinden kaçış, öyle tehlikeli bir noktaya varmıştı ki, Napolyon Codecivili denilen Fransız medenî kânûnu aynen tercüme edilip alınarak, müslüman halka tatbik edilmesi gibi gâfilce ve hâince temâyüller belirmişti.
ZAMANININ BÜTÜN SİLAHLARINI EN İYİ ŞEKİLDE KULLANMAYI ÖĞRENMİŞ
Bunun ve doğuracağı hazin neticelerin farkında olan Sultan Abdülazîz, bu cinâyet derecesindeki vahim harekete mânî olabilmek için devrinin büyük âlimi olan Ahmed Cevdet Paşa ile elele verdi. Böylece İslâm hukûkundan yapılmış bir medenî kânun demek olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, kısaca “Mecelle” denilen büyük kânun metni ortaya çıktı ve büyük bir cinâyet bertaraf edildi.
Bu ve benzeri muvaffakıyetleri gerçekleştirmiş olan ve zamanının bütün silâhlarını en iyi bir şekilde kullanmayı öğrenmiş bulunan Sultan Abdülazîz, halkının ümîdi istikâmetinde, âdeta dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu.
Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Erkam Yayınları, 2013
Osmanlı'yı Kurtaran Sultan
Sultan Abdülazîz Han, cesur, hamleci, fikren ve rûhen sağlam bir pâdişahtı. Nitekim kötü bir vaziyette devraldığı devleti, içine düşmüş bulunduğu bâdirelerden kurtarma yolunda büyük gayretlerle işe başladı.
Sultan Abdülazîz Han, yaptığı mükemmel icraatlarla, daha evvel halkın rûhunda birikmiş olan hüznü, kısa zamanda sürûra çevirdi. Eski fütûhât devirlerinin yeniden canlanacağı ümitlerinin belirmesine âmil oldu. Pehlivan yapılı vücûdu da bu hissi takviye etmekteydi. Millet, iki zayıf pâdişahtan sonra sanki Yavuz Sultan Selîm Han iktidârı gelmişçesine bir sevinç içindeydi.
OSMANLI'NIN DOĞRULDUĞU AN
Gerçekten güreşi teşvik eden, düşmanlarına karşı harbi göze almaktan çekinmeyen, bu maksatla ordu ve donanmayı dünyanın en ileri seviyesine çıkarmaya çalışan Sultan Abdülazîz’in devri, Tanzîmat’la başlayan yılgınlıktan milletçe silkinip doğrulma temâyüllerinin bir başlangıcı olmuştur.
Bunun üzerine Sultan Selîm Han:
“–Siz orayı beş ay değil, altı ayda alamazsınız! Yedi ayda da alamazsınız! O kale, Allah bilir ya, sekiz ya da dokuz ayda ancak alınır. Dolayısıyla elinizdeki hazırlıklarla oraya varılmaz. Benim seferim, artık âhiret seferidir.” dedi.
Sultân’ın bu sözleri, kâmil bir mü’minin firâsetini göstermektedir. Nitekim bir sene sonra vefât eden Yavuz’un ardından Kânûnî zamanında Rodos kuşatıldı ve çetin bir mücâdele neticesinde ancak dokuzuncu ayda fetih müyesser oldu.
Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI
Sultanın Feraseti Rodos'u Kuşattı
Yavuz’un vefâtına yakın zamanlar idi. Vezirler elbirliği ile Rodos’a sefer için hazırlıklar yapıp orayı fethetmek niyet ve arzularını Sultân’a bildirdiler. Sultan ise şu sözleriyle kâmil bir mü’minin firâsetini gösterdi.
Basîretli ve ileri görüşlü bir pâdişah olan Yavuz, kazandığı büyük muzafferiyetlere âdeta gölge düşürmek istemiyormuşçasına sordu:
“–Hisar fethinde en önemli mühimmat baruttur. Söyleyin kaç aylık erzak ve barutunuz vardır?” dedi.
Vezirler:
“–Dört buçuk, en fazla beş aylık barutumuz var.” dediler.
Her iki taraf da bizim kendi zâviyelerinde misâfir olmamızı istedikleri için çekişirlermiş. Onların göstermekte oldukları yüksek misafirperverliğe hayran olmamak elde değildi.
Nihayet işi kur’a çekmek sûretiyle halletmeyi kabul edip sulh oldular. Kim kazanırsa önce o tarafın tekkesine misafir olmamız kararlaştırıldı. Kur’a Ahî Sinan’ın tarafına düştü. O bunu haber alınca yanında dervişlerinden bir grupla gelip bizi karşıladı ve onun tekkesine misafir olduk. Bize çeşitli yemekler ikrâm ettiler.
Biraz dinlendikten sonra Ahî Sinan hepimizi hamama götürdü ve benim hizmetimi bizzat kendisi gördü. Öteki dervişlerden üçü-dördü ise bir arkadaşımın hizmetini üzerine almış bulunuyordu. Hamamdan çıkınca tekrar büyük bir sofra kurdular. Yemekten sonra güzel sesli hâfızlardan Kur’ân-ı Kerim dinledik, zikirler yaptık.
Ertesi gün Ahî Duman ve müridlerinin bizi götürmek için beklediklerini gördük. Orada da pek çok cömertlikle karşılaştık.” (İbn-i Battûta, Rihletü İbn-i Battûta, Beyrut, ts., s. 305-306)
İşte Anadolu dervişi, hayatın bütün muhtevâsında bu şekilde cömertliği ve diğergâmlığı yaşıyor ve yaşatıyordu. Sadaka-i câriye vasfında hayır ve hasenât bırakma yarışında, elbette ulemânın gönülden tavsiye ve irşadları da çok tesir ediyordu.
Anadolu Dervişinin Gönül Dünyası, Yüzakı Yayıncılık
MİSAFİR ALMAK İÇİN ÇEKİŞİRLERDİ
İbn-i Battûta ve arkadaşları Anadolu’yu gezerken o dönemde Lâdik ismiyle anılan Denizli’ye uğrarlar. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır:
“Şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan birtakım insanların hayvanlarımızı çevirerek yularlarına asıldıklarını gördük. Bir başka grup da gelerek bunları durdurdu ve çekişmeye başladı. Konuştuklarını anlayamadığımızdan korkmaya başladık. Bunların yol kesen Germiyanlar olduğu endişesiyle, bu şehrin onlara ait bulunduğu, malımıza ve canımıza kastedecekleri kaygısına düştük.
Sonra Allah Teâlâ bize Arapça bilen, hacca gitmiş bir adam gönderdi. Ona bunların ne istediklerini sordum. Bunların Ahî dervişleri olduğunu söyledi. Bizimle ilk karşılaşanlar Ahî Sinan’ın, sonradan gelenler ise Ahî Duman’ın dervişleri imiş.
EVLİYÂULLAHIN MECLİSİNDE HİÇBİR ŞEY KONUŞMADI
Böyle diyen Yavuz Sultan Selîm Han, velîlerin huzûruna girdiği zaman büyük bir edep ve mahviyet gösterir, gerekmezse konuşmaktan bile imtinâ ederdi. Nitekim Şam’da yetişen büyük velîlerden Muhammed Bedahşî Hazretleri’ni ziyâretinde hiç konuşmamış, sadece dinlemiş ve sonra da huzûrundan öylece ayrılmıştı. Beraberinde bulunan devlet ricâli, celâdetli bir pâdişah olan Yavuz’un bu hâline şaşırarak:
“–Sultânım! Sadece dinlediniz. Ne hikmettir ki, bir kelâm bile sarf etmediniz?” diye sormuşlar, Yavuz da cevâben:
“–Büyük evliyâullâhın meclisinde onlar konuşurlarken başkalarının konuşması -velev cihan pâdişâhı da olsa- uygun düşmez. Biz sultan isek de, böyle mâneviyat sultanlarının himmetlerine her zaman muhtâcız. Şâyet huzûrunda konuşmam gerekseydi, bunu belli ederler ve söz etmemi temin ederlerdi.” demişti.
Bu büyük zâtın da, Yavuz’a olan teveccühü, Yavuz’unkinden farksızdı. Ölüm döşeğinde bile Şam’ın ileri gelenlerini toplamış ve şu nasihati yapmıştı:
“–Sultan Selîm Hân’a itaatte kusûr etmeyin! O, Allah katında övülmüş bir pâdişahtır. O, fetihle vazifelendirilmiş bir İslâm kılıncıdır.”
Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Erkam Yayınları, 2013
Allah Katında Övülmüş Padişah
Yavuz Sultan Selim Han, dindar, mütevâzı ve gururdan ârî idi. Kuvvet ve kudretin, Allâh’a mahsus olduğunu, kendisinin ise, zafer için bir vâsıtadan ibaret bulunduğunu söylerdi. İşte Yavuz'un manevi özellikleri...
Nefs engelini aşamamanın korku ve endişesi içinde yaşardı. Tebaasının arasında dolaşır, onların dertlerine yakından muttalî olmaya çalışırdı. Hârikulâde bir dinamizme sahipti. Derin bir târihî bilgisi vardı. Onun zaferlerinin neticesinin dört yüz küsûr sene devam etmesi, gerçekleştirdiği işlerin büyüklüğünü göstermeye kâfîdir.
Yavuz’u, o korkunç Sînâ çölünde bir arslan; Mısır’a girişte mütevâzı, gözü yaşlı, şükreden bir mü’min; Üsküdar’da kendisini nefs muhâsebesiyle yönlendiren ilâhî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz.
Hasan Can’a şu mısrâları okuyordu:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş;
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş!..
Diğer taraftan o zamanlar israf, savurganlık diye bir şey de yoktu. Herkes bütçesini, gelirine göre ayarlardı. Hattâ me’murlar derece ve sınıflarına göre giyim eşyâsı, yağ, sabun vesâire alırlardı. Meselâ, az maaşlı bir me’mur, yüksek maaşlı me’murun kullandığını kullanmaz, yediğini yemez, giydiğini giymezdi. Fakat mes’ûddular, müreffeh idiler.
Bugünkü şımarıklık, hazımsızlık ve yarışmanın yüzde biri bile yoktu. O günün insanları, bugünün bencillik ve hoyratlığını görselerdi, dilleri tutulur, söz edemezlerdi.
Maddecilikten uzak bir hayat yaşadıkları için rûhî sıkıntılar görülmüyordu; psikiyatri hastası yok kadar azdı. Hele o avâm telâkkî edilen tulumbacılar, külhanbeyler, balıkçılar, arabacılar ve emsâli zümre bile o kadar nâzik bir lehçe ile konuşurlardı ki, târifi mümkün değil. Keşke hayatta olsalar ve bugünkü cemiyet insanlarının kaba, haşin ve duygusuz hareketlerini görselerdi de nezâket, terbiye ve âdâb-ı muâşeret dersi verselerdi. Konak ve yalılardaki bahçıvanlar dahî vakarlı, ciddî, emniyetli insanlardı. Hem bahçeleri zevk-i selîm üzere tanzîm ederler, hem de vekîl-i harçlık ederlerdi.
Günlük satışını yapan esnaf, müşterinin diğer esnaftan alışveriş ettiğine üzülmez, bundan bilâkis bir gönül rahatlığı ve huzur duyarak ihtirastan uzak bir hayat yaşardı.
Çünkü herkes birbirini yapmacık olarak değil, ciddî ve samimî bir gönülle severdi.
OSMANLI’DA HAREMLİK SELÂMLIK
Köşkler ve yalıların sahipleri ekseriyetle seciyeli, mûteber insanlardı. Bu binâlardan fakir olsun zengin olsun herkes istifâde ederdi. Selâmlık kısmında evin efendisi, harem kısmında da evin hanımefendisi bulunur, misâfirleri ağırlarlar, ikram ederlerdi. Fakir-zengin tefrîki yapılmaz idi.
Misâfirlerin giriş, çıkış zamanları belli idi.
Bugünkü gibi helâl-haram demeyip, mal toplama yerine o günlerde kanaat vardı. Herkes kendisinden evvel, komşu ve yakınlarının menfaat ve rahatını düşünürdü. Âile hayatında erkek, âilesini taltifkâr lâkaplarla çağırır, kendisine lâyık olan nezâket ve şefkati gösterirdi. Allâh’ın emirlerini beraberce noksansız olarak îfâ etmeye sa‘y ü gayret ederlerdi.
Evin hanımı da kocasına karşı çok itaatli idi. Olur olmaz şeylere itiraz etmez, her hususta kocasına yardımcı olurdu. Kocasının alamayacağı şeyler için ısrar etmezdi. Bu sebeple bütçelerinde açık olmaz, mâlî sıkıntıya düşmeden mes’ûd ve bahtiyar bir şekilde ömürlerini idâme ettirirlerdi. Giyim ve ev eşyâları îtinâ ile kullanılır, eskidi diye hemen atılmaz, değiştirme sevdâsına düşülmezdi. Saâdet, para-pul, makam ve mevkîde değil, kalp huzûrunda idi.
Kaynak: Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları
Osmanlı Toplumunun Sosyal ve Kültürel Yapısı Nasıldı?
Osmanlı toplumunun sosyal ve kültürel yapısının temel unsurları nelerdir?
Osmanlı devrinde caddelerde
“Vatandaş,yerli malı kullan!”diye levhalar asılı olurdu.
OSMANLI TOPLUMUNUN SOSYAL VE KÜLTÜREL YAPISI
Yerli sanayi tekâmül etmediği hâlde her vatandaş yerli malı kullanırdı.O zamanki mâmuller,cins bakımından bugünkü kadar kaliteli değildi.Bilhassa erkek kumaşları yerli yünden îmâl edildiği için kaba ve sertti.Buna rağmen herkes seve seve yerli kumaş giyerdi.Yerli malı giymek ve kullanmak,iftihar vesîlesi idi. Tek tük yabancı malı kullananlar olurdu. Onlar da ayıplanır,kendilerine âdeta vatan hâini gözüyle bakılırdı.
Bugünkü yerli mâmuller,her bakımdan kaliteli ve en iyi cinsten olmasına rağmen,gerek dış propagandaların tesiri,
gerek bugünkü halkımızın rûhî,dînî ve millî çöküntüsü sebebiyle maalesef hak ettiği rağbeti görmüyor.Fakat yazık ki dış memleketlerden gelen hatâlı,çürük mallar dahî kapışılıyor,daha yüksek fiyatlara alınmakta beis görülmüyor.
Merhaba. Kaliteli içerikler ve sansürsüz görüntüler paylaşıyorum 👌
Youtube Kanalım : youtube.com/sahinozkan
Instagram : instagram.com/sahinozkan
Reklam/İletişim İçin : @sahinozkan00
Kanal Davet Linkimiz : t.me/sahinozkan0
www.sahinozkan.com.tr
Last updated 2 weeks, 6 days ago
Tüm Dünyadaki ve Türkiye'deki Anlık Gelişmeler! 📝🌎
😎 Tüm sorular için: @buzzads
Last updated 2 weeks, 5 days ago
Türkiye Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı - President of Türkiye and AK Party Chairman
Last updated 1 month, 2 weeks ago